<body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar.g?targetBlogID\x3d26794014\x26blogName\x3d.:Ya%C5%9Fam+K%C4%B1r%C4%B1nt%C4%B1lar%C4%B1:.\x26publishMode\x3dPUBLISH_MODE_BLOGSPOT\x26navbarType\x3dBLACK\x26layoutType\x3dCLASSIC\x26searchRoot\x3dhttps://8incirenk.blogspot.com/search\x26blogLocale\x3dtr_TR\x26v\x3d2\x26homepageUrl\x3dhttp://8incirenk.blogspot.com/\x26vt\x3d-4694261288081628349', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe" }); } }); </script>

SoSo / Yaşam Kırıntıları....

Düşük seviyeli kalp krizleri, Bir kaç damlalık beyin kanamaları....

Telif hakkı....

Bu siteyi kullanmaya başladığınız andan itibaren aşşağıda yazılan tüm hususları tamamen anlamış ve kabul etmiş sayılırsınız.

  • * ©2005 SoSo tarafından, tüm hakları saklıdır.

  • * Hiç bir yolla kopyalanamaz, çoğaltılamaz.

  • * 5846 sayılı FSEK ile korunur.

    Son On....

  • El-e'ye.... 13 Ocak 2007 |

    Kimse yoktu içeride. Yine ilk ben gelmiştim. Oturdum en sıcak olabileceğini düşündüğüm her zaman ki köşeye. Bacak bacak üstüne attım. Hep haşlama çayımdan yudumlarken aklıma geliyor….
    Kos koca mekandan ayrılmış 40-50 metre kare kapalı bir yer. Sadece masalar ve sandalyeler var. Demir parmaklıklı 3 cam ve fanların dışında. Fanlar rüzgarla çalışıyor. Rüzgarın şiddetini, dışarıda havanın nasıl olduğunu onların dönüş yönüne ve hızına bakarak bilebiliyorum. Manzaramın çok hoş olduğunu düşünüyorum. Alabildiğine duvar… Duvarın ardı alabildiğine deniz. Göremesem de hep orada olduğunu biliyorum.
    Ne işim vardı benim burada…?

    Yalnızım bu odada.
    Eski sevgilimi düşünüyorum.
    Onu ne denli özlediğimi.
    Neden ayrıldığımızı….

    Tekrar onunla görüşmek istiyorum. Onu yanımda istiyorum tekrardan. Onu öylesine özledim ki gidip bunu ona anlatamam. Anlatsam bile, ya anlamak istemezse? Hep içimde anlamayacak, ters tepki verecek ve daha da kötü kalacağım korkusu vardı.

    Oysa ki hayatını yazmıştım kendi ellerimle. Bir fast food masasında. Babasının tercihlerini tek tek silip, okullarımızı ayırmamak için tercihler sıralamıştım. Oda yardım etmişti. Gitmek istemiyordu oda bu şehirden. Hayatını yazmıştım, şimdi hayatını çiziyordu kendi elleriyle.

    Bir reklam şirketinde çalışmaya başlamış. Çok sonra duydum. Çokta değişmiş ve güzelleşmişti, evine giderken her zaman kesişen ancak binde bir denk geldiğimiz kavşakta gördüğümde. Yollarımızın kesişiyor olması onu her zaman görmemi sağlamıyordu. Yetmiyordu. Her gün belli bir süre görmek istiyordum onu. Çalıştığı yeri tam bilmesem de duyduklarımla olabileceği yerlerden geçiyordum. Bulamıyordum. Göremedikçe özlemim artıyor. Ruhum daralıyordu.
    Bu odada olduğu gibi….

    Bulsam diyorum. Bulsam ne değişecek ki? Gidip konuşsam ne diyecekti yıllardan sonra. Bazen keşke diyorum keşke affetseydim. Keşke anlatırsaydım neler olduğunu, neden olduğu. Bazen de olması gerekiyordu belki diyorum.
    Özlüyorum onu….
    Beraber bu şehirde yaptığımız şeyler, bu şehirdeki yapılacak her şeydi ve her şeyde o vardı….
    Nasıl anlatırdım ona özlemimi…?
    Ancak onunla olabileceğimi nasıl hissettirebilirdim…?
    Belki yaptığı etik değildi. Affedilmezdi belki ama hala onla olma isteğim sürekli be(y)ni(mi) ona çekiyordu.

    Nereden girdi ki hayatımıza o herif? Okul arkadaşım diyerek beni uyuttu mu yoksa?. Yoksa daha önceden demi görüşüyorlardı? Yoksa bu kadar aptal mıyım…? Yada o bu kadar akıllımı…? Zamanında bir şeylerin değişmesine neden olanlar neydi, bulabilmiş değilim. Özlüyorum onu. Hem de çok özlüyorum. Beni anlayıp anlayamayacağını bir anlasam iş yerini bulmam gün sürmez. Konuşmak için fırsat kollarım. Bunu anlamadan çalıştığı yeri bulmanın bana hatalar yaptıracağını düşünüyorum. Bildiğim kadarından fazlasını sormuyorum bilenlere. Tamamen şansa bağlı olmasını istiyordum. Olursa tam bir karşılaşma olsun diyorum.

    Hep eski günlere dönebiliriz hayali kuruyorum. Her zamanda yenileyip ve geliştiriyorum bu hayale olan umutlarımı.

    Bilemiyorum. Hiçbir şey bilemiyorum. Karşısına çıkmalı mıyım? Çıkıp ne demeliyim? Bilmiyorum…?
    Gidip sadece ‘’ ben seni özledim’’ desem yeter miydi?
    Oda özlemiş miydi?
    Bende diyerek sarılır mıydı boynuma?

    Her şey daha güzel olabilir miydi…?

    Bu dört duvardan çıkıp ona gidebilsem özlemim diner miydi…?

    Sütlek.... 08 Ocak 2007 |

    Süt, sözlüklerde "Meme suyu" olarak tanımla­nır. Ancak bu tanımda, memenin, ıslak ça­maşır gibi burularak suyunun çıkarılması kastedilmemiş değildir. Onun için şimdi lütfen memenizi portakal sıkacağından çıkarın ve mausu adam gibi elle tutun...

    Teşekkürler.

    Evet, sütün meme suyu olduğunu söyledik. Peki ya meme nedir? Aynı sözlüklerde meme için birbiriy­le çok çelişkili ifadeler kullanılmış. Üstelik hiçbiri yeterince açıklayıcı değil. Birinde "Zevk veren göğüs düğmesi" tanımlaması yer alırken bir diğerinde "Göz a­lıcı sutyen dolgusu", bir başkasında ise "Hoplayan koşucu aksesuarı" ve "Organik emzik" gibi abuk sa­buk tanımlar kullanılmış. Bakılan sözlük sayısı art­tıkça abuk ve sabuk sayısı da artıyor. En son "Aşk böreği" ve "Etobur dondurması" tanımlarını okuduk­tan sonra midem kalktı ve sözlük araştırmalarına bir süre ara verip, konuyu bir uzmana danışmaya karar verdim. Midemin alınması gerektiği­ni, ancak bunda korkulacak bir yan ol­madığını, halk arasında bağırsak diye bilinen barsak adlı cıvırların da gayet güzel mide görevi görebileceğini söyledi.

    Hastaneden çıkarken, danıştığım uz­manın danışmam gereken uzman olma­dığını tabi ki anlamıştım. Araştırmacı yazarlığın raconuna göre, meme olayı­nın içyüzünü öğrenebilmek için transseksüel (Gerçi "İbne" çok daha kolay söyleniyor ama şimdi durduk yerde tepki almayayım) kılığına girip, ko­nunun daha uzmanı olduğu anlaşılan bir uzmana gitmem gerekiyor­du. Girdim ve gittim. Keyif sigarası­nı içerken anlattıkları çok ilginçti;
    İnanmayacaksınız ama, süt her kadının memesinde bulunmuyor. Memeleri ne kadar büyük olursa olsun, bir kadının süt veren ola­bilmesi için, öncelikle doğurması gerekiyor, Bildiğiniz gibi bu da evlenince mümkün olabiliyor, Reklamlarda ve köy yollarında gördüğümüz o ineklerin aslında evli barklı olduğunu düşünmek, insanın sadece tüylerini değil, saçlarını ve kaslarını bile diken diken ediyor değil mi? Memenin mekaniği de çok ilginç. Uç kısmı bildiğiniz gibi diş karıştırmakta kullanılıyor. Dış yüzeyi ise ovuşturmak ve dokunmak (Dokunmanın içten ve şiddetli olanı) için çok uy­gun. İç bölümde katı halde bulunan süt ham madde­si Süz, ovuşturma nedeniyle ısınıyor ve sıvı hale dö­nüşüp (Bu aşamada ona artık "Süt" dememiz gereki­yor), ilk dokunmada dışarı çıkıyor. Bu işlemin bili­nçli yapılmasına, hayvancılıkla uğraşanlar "Sağma", cinsellikle uğraşanlar ise "Fantazi" diyorlar.

    Eee, madem ki sütümüz var, bari onu bir şekilde değerlendirmesini de öğreniverelim. Ancak daha ön­ce sütün birtakım kimyasal ve kişilik özelliklerini bilmemizde yarar var,

    Ekşime: Sütün tazesi (Sübyanı) makbuldür. Bu yüzden bebekler, sütü daha çıkış kapısında yakala­yarak büyük uyanıklık yaparlar. Muhallebi yapmak için sizin bu kadar acele etmenize gerek yoktur belki ama fazla zaman kaybetmek de hiç iyi değildir. Çün­kü süt, Mis Suresi'nde de açıkça ifade edildi­ği gibi bozulmaya çok hevesli bir ni­mettir. Bozulmaya daha meme kori­dorlarında başlar lavuk. O caanım, pastel yeşil rengi, çıkışa kadar iğrenç bir beyaza dönüşür. Bu arada kokma­ya da başlamıştır. Bebeklerin süt emerken bayılıp kalmalarının nedeni bu ayağımsı kokudur. Sütün bu ko­kusunu deodorantla yok etmeye ça­lıştığınızda bu sefer de karşınıza ra­dikal bir tat sorunu çıkacaktır. İşte bu soruna halk arasında kısaca "Ek­şime" denir.

    Kesilme: Sütü canlı canlı içmek insanda vicdan azabına yol açabilir; ağlar, zırlar, dudak büküp merha­met dilenir vs… Diyelim ki bu iğrenç duygu sömürüsünü yemediniz. Bu sefer de debelenir, dişlerinizin arasından ve hatta burnunuzdan kaçmaya çalışarak sinirinizi bozar. Bu durumda, süte de tavuklara ve karideslere yaptığınız muameleyi yapmanız, tüketmeden önce haşlayarak gebertmeniz en iyi çözümdür.

    Taşma: Kusura bakmayın ama sizi de tencereye koyup pişirmeye kalksalar siz de kaçmaya çalışırdınız.

    Gazırtma ( Gaz yapma): Sütün bedenine sahip olabilirsiniz belki ama ruhuna asla. İlk fırsatta, geğirme ve osturma dediğimiz motorize efektlerle süt cennetine doğru yola çıkacak, bu arada sizi ele güne rezil edecek intikamını da almış olacaktır.

    Uyutma: İneği yakala, memesini bul, sütü çıkar, pişir, bardağa koy, iç, geğir, pırt yap, sandalye gıcır­dadı ayaklarına yat ... O-hooo! Ölme eşeğim ölme! Bu kadar yorucu bir işten sonra insanın uyuyup kalma­sı çok doğal tabi. Neyse, hem sabah da erken kalk­mam gerekiyordu iyi oldu.

    Islatma: Sütü üzerinize dökerseniz ıslanırsınız. Süt sadece geğirmeye ve osturmaya yaramaz. Ya­ratıcı bir insanın sütle yapabileceği, türlü türlü hın­zırlık ve çok daha sevimli aktiviteler vardır.

    Süt Banyosu: Çok eskiden, M.Ö. (Marketten Önce) veya İ.Ö. (İsa Ördek) şeklinde ifade edilen dönemde Mısır, pek çok Avrupa ülkesinde olduğu gibi Sallapa­ti'yle yönetiliyordu. Bildiğimiz gibi Sallapati'de hüküm­darlar, aynen Demokrasi'de olduğu gibi halkın oyuyla işbaşına gelir, ancak ondan sonra iktidar babadan oğu­l’a geçerdi ... Ve fakat zamanın Mısır Devlet Başkanı Klaus Pat­ra kısmi kısırdı. Yani, sadece bir tane çocuğu olabilmişti ve o da kızdı. Ortada oğul olmayın­ca, takdir edersiniz ki hüküm­darlığın babadan oğul’a geçmesi diye bir şey de olamazdı. İleri görüşlü ve kaz kafalı bir hü­kümdar olan Klaus Patra, öl­düğünde ortaya çıkabilecek bir hükümet bunalımını, kızı Kleo'yu erkek gibi yetiştirerek önleyebileceğini düşündü. Bu nedenle kızı Kleo'yu, çok küçük yaşlarından itibaren ayakta işemeye ve traş olmaya alıştırdı. Hormon bo­zukluğu olan bayanlar gayet iyi bilir, insan her gün traş olunca yüzü feci şekilde tahriş olur. İşte zavallı Kleo Patra'nın suratı, daha okul çağına bile gelmeden kıçıma dönmüştü. Üstelik bu yetmiyormuş gibi, man­yak babası şimdi de göğsünü ve sırtını traş etmeye baş­lamıştı. O'na Firavun lakabı bu dönemde arkadaşları tarafından takılmıştı. Hah hah hah! Her neyse, kader­siz, Kleo, "Acaba ne zaman tam olarak Kadir İnanır'ı andıracağım.?" diye kara kara düşünürken çok acayip bir şey oldu. İçmekte olduğu süt (Düşünürken ağzının bir süre açık kalması nedeniyle) üstüne başına dökül­dü ve yüzüne, gözüne, göğsüne, sırtına, perdelere ve komşu ülkelere bulaştı. Ertesi gün cildindeki dumur­larda belirgin bir iyileşme fark eden Kleo, bunu, üstüne dökülen süte yordu ve o günden sonra sadece sütle banyo yapmakla kalmadı, çamaşırı ve bulaşığı bile süt­le yıkamaya başladı.

    Tereyağı: Süt ürünlerinin en kaygan olanıdır. Bu özelliğinden dolayı diğer yiyeceklerin yutulmasını kolaylaştırsın diye kullanılır. Tereyağını sek olarak kullananların ise daha kolay nefes almanın dışında her hangi bir şey elde ettikleri söylenemez.

    Yoğurt: Gerçi Ajda Pekkan ve Mehmet Ali Ağca da ülkemizin adını yurtdışında duyurmayı başarmışlar­dı ama yoğurdun yeri bambaşkadır. Milyonlarca Amerikalı, yüz binlerce Avrupalı, çuvallar dolusu Ja­pon ve demet demet Arap, her gün bu mucize yiyeceği tüketirken, Türk köylüsünü minnetle ve tebessümle yad etmektedirler. Minnetin içine eden o pis tebessü­mün nedeni ise yoğurdun icadı sırasında meydana, gelen önemsiz bir unutkanlıkla alakalıdır; Yıl 1452 İstanbul henüz fethedilmediği için Türk köylülerinin köylerinde takılmak zorunda kaldığı yıllar. İcadiye; Toroslar'da bir dağ köyü. Ve daha önce, sakarlığı yü­zünden muşambayı, edepsizliği yüzünden ise ayak­kabı keçesini icad eden on altı yaşında bir köylü kızı; Dağlar Kızı Reyhan. Reyhan bu sefer de unutkanlığı yüzünden yoğurdu icad etmek üzeredir. Her gün yap­tığı gibi o gün de ineği (Kumral kız) sağar ve fakat süt kovasını hayvanın (ineğin) altında unutup maydanoz dermeye gider. Kumral kız (hay­van), hımbıllığı ve gamsızlığıyla tanınan bir inektir. Altında süt kovası olduğu halde saatlerce orada du­rup, ufuklara bakar hayaller kurar. Tabi bu arada, iki kere kovanın içine işediğinin farkında değildir. 'Reyhan (Dağlar kızı) maydanozları derip, koyunları güttükten sonra ahıra geri döner ve inek idrarı yüzünden fenalaşarak (mayalanma da denebilir) yo­ğurt haline gelen sütü bulur. Sonrası malum işte. Yoğurdu icad etti diye takdir görür, ünlü olur, klip mlip çe­ker, falan feşmekan ...

    Kaymak: Sütün elit tabaka­sına verilen isimdir. Bir kaşık kaymak elde etmek için bir bu­çuk ton süt ve iki yüz elli külah Maraş dondurması telef edildiği için biraz, pahalı bir boktur ama değer doğrusu. Bence burnuna bulaşıp, insanı komik duruma düşürmese, sosyetede kokain­den daha çok rağbet görebilirdi.

    Peynir: Büyük veba salgı­nında fare yakalamak için kullanılmaya başlanmış, ekonomik krizde ise fakirler arasında çok tutulan bir yiyecek haline gelmiştir. Yani günün birinde, bugün balık avlamak için kullandığımız solucanları, ekmek arasına koyup yerseniz hiç şaşırmayın. Hah hah hah! Şaka şaka! Solucana gelene kadar yiyebileceğiniz daha bir yığın iğrenç şey var, merak etmeyin ... Her neyse, öyle veya böyle, peynir bu gün mutfaklarımızın vazge­çilmez bir paçası haline gelmiştir. 1995 sayımına göre yeryüzünde yaklaşık yetmiş iki bin çeşit peynir yaşa­maktadır. Her gün bir çeşidinin tadına baktığınızı var­sayarsak iki ay sonra öğüre öğüre bir hastaneye sığı­nacağınızı kolaylıkla söyleyebiliriz.

    Kımız: Bildiğimiz ayrandan tek farkı at sütünden yapılmış olmasıdır. Çok ciddiyim. Orta asya Türkle­rinin (Çöçinler, Bıgalduzlar, Kaskaslar, Bığırdıclar) damak zevkleri çok ilginçtir. İnek sütüyle yapabile­cekleri her şeyi illa at sütüyle yaparlar. Hadi o neyse de, şeker yerine naftalin, un yerine kumpir kullan­malarına dayanamıyorum. Tabi bu arada ineklerin de sırtına bindiklerini tahmin etmişsinizdir. Zavallı­ların hipodromdaki halini görseniz ağlarsınız. Hah hah hah! İlahi Bığırdıçlar! ..

    Sütlaç: Çin'de sadece insanlar değil, inekler de pi­rinçle (Laç) beslendiği için haliyle sütleri biraz garip oluyor. O yüzden Çin'de, inekleri küçük kaselere sa­ğarlar ve çocuğunu, "Sütünü yemeden yatarsan kıra­rım kafanı" diye azarlayan bir kadına veya "Süt ye­dim dilim yandı, amanın ammanın" gibi şarkı söyle­yen birine kesinlikle manyak muamelesi yapmazlar.

    Süt tozu: Şimdi, "Tazmanya'da inekleri tozla besli­yorlar ... " filan diye başlasam kesinlikle inanmazsı­nız.

    En iyisi hiç zahmet etmeyeyim...
    :)

    Bir üniversitelinin mutluluk arayışı.... 04 Ocak 2007 |

    Aramak ve uçmak istiyorum. Delicesine mutlu ve coşkulu. Bir nehir misali taşmak, köpürerek şelalelerden akmak istiyorum. Ne saçma değil mi? Evet bence de saçma ama bu dünya ve dünyanın yasaları zaten saçmalıktan ibaret değil mi ki?

    O kadar yorgunum ki. Ama bu öyle, bildiğiniz yorgunluktan değil. Bu başka çok başka bir yorgunluk. Bu bir tür ‘arayış’ yorgunluğu yada bir başka deyişle arayıp da bulamamış olmanın yorgunluğu.

    Bir gün –ki çok yakında bir gün, bu evden, bu sokaktan çıkacağım ve bir daha da hiç dönmeyeceğim. Belki aç kalacağım, belki sokaklarda atacağım ama asla dönmeyeceğim.

    Aç aç sokakları, şehirleri dolaşacağım, gece denize girip saatlerce dans edip sabahlara kadar eğleneceğim, sabaha kadar içeceğim ve kimse ama kimse bir şey diyemeyecek, çünkü bir şey diyecek kimse olmayacak.

    Her limanda bir sevgili misali, benimde her şehirde bir sevgilim olacak. Ama evlenmeyeceğim, asla evlenmeyeceğim. Mutluluğu arayacağım çünkü. Belki bulurum beklide bulamam. Bulamasam da olsun, olsun anasını satayım, ben aradım ya siz ona baın.

    Öğrenmek ama her şeyi örenmek istiyorum. Öğrenip tatmak istiyorum.

    Bir bisikletim, birde çadırım olacak, tabi birde köpeğim. Üçümüz ormanlara gideceğiz. Koşacağım, yüzeceğim, dağlara tırmanacağım. Tabi ya en büyük isteğim değilmiydi tırmanmak.

    Kimseye yalan söylemeyeceğim, zira yalan söyleyecek kimsede olmayacak.

    Ara sıra eski dostlarımla görüşeceğim.

    Yanımda en sevdiğim yazarların, Yaşar Kemal’in, Beckett’in ve Hemingway’in kitapları olacak. Canım sıkıldıkça, açıp okuyacağım bir çırpıda. Tabi birde resim defterim ve sulu boyalarım. Geçeceğim denizin karşısına ve çizeceğim manzarayı alabildiğine.

    Belki bir gün küçük bir arabam bile olur. Onu istediğim gibi süsler sonra pupa yelken devam ederim arayışıma.

    Bir yılan bulur beslerim. Seviyorum yılanları çünkü.

    Kimseden ve hiçbir şeyden korkmuyorum, korkmam da. İnanmıyorum ben, hiçbir şeye inanmıyorum. Zira düşünüyorum hep düşüneceğim de.

    Bir at bulup dört nala süreceğim onu. Yorulduğunu anlarsam ineceğim sırtından. Bir eşeğe binip kaz güdeceğim, oturup koyunların kuzularını emzirmelerin seyredeceğim.

    Hem bakarsınız bir gün bir çocuğum bile olur. Evlenmeden nasıl olacaksa? Onu seveceğim, daima seveceğim fakat onu korumayacağım. Çünkü onu öyle bir yetiştireceğim ki, kimseye ihtiyaç duymadan, kendini savunup koruyabilecek.

    Ona hiç ama hiç karışmayacağım. Son derece ileri görüşlü ve liberal olacağım. Ailem yada diğer pek çok aileler gibi katı ve bağnaz olmayacağım. Onu özgür bırakacağım. Zira bu onun hayatı benim değil. İster sağcı-solcu ister avare-bakan olsun karışmayacağım. Ama onu destekleyecek ve her zaman yanında olacağım.

    Yazacağım. Çocukluk hayalimdi yazmak. Hem bunca yıldır da bunun için okumadım mı ben? ‘Yazar’ olabilmek için okumadım mı?

    İşte böyle yaşamak istiyorum ben. Dopdolu ve özgür, derin ve coşkun, saf ama akıllı, uçuk ama güzel.
    Size bir şey söyleyeyim mi, gelecek hayatımın kıpırtılarını şimdiden içinde hissediyorum….