<body><script type="text/javascript"> function setAttributeOnload(object, attribute, val) { if(window.addEventListener) { window.addEventListener('load', function(){ object[attribute] = val; }, false); } else { window.attachEvent('onload', function(){ object[attribute] = val; }); } } </script> <div id="navbar-iframe-container"></div> <script type="text/javascript" src="https://apis.google.com/js/platform.js"></script> <script type="text/javascript"> gapi.load("gapi.iframes:gapi.iframes.style.bubble", function() { if (gapi.iframes && gapi.iframes.getContext) { gapi.iframes.getContext().openChild({ url: 'https://www.blogger.com/navbar.g?targetBlogID\x3d26794014\x26blogName\x3d.:Ya%C5%9Fam+K%C4%B1r%C4%B1nt%C4%B1lar%C4%B1:.\x26publishMode\x3dPUBLISH_MODE_BLOGSPOT\x26navbarType\x3dBLACK\x26layoutType\x3dCLASSIC\x26searchRoot\x3dhttps://8incirenk.blogspot.com/search\x26blogLocale\x3dtr_TR\x26v\x3d2\x26homepageUrl\x3dhttp://8incirenk.blogspot.com/\x26vt\x3d-4694261288081628349', where: document.getElementById("navbar-iframe-container"), id: "navbar-iframe" }); } }); </script>

SoSo / Yaşam Kırıntıları....

Düşük seviyeli kalp krizleri, Bir kaç damlalık beyin kanamaları....

Telif hakkı....

Bu siteyi kullanmaya başladığınız andan itibaren aşşağıda yazılan tüm hususları tamamen anlamış ve kabul etmiş sayılırsınız.

  • * ©2005 SoSo tarafından, tüm hakları saklıdır.

  • * Hiç bir yolla kopyalanamaz, çoğaltılamaz.

  • * 5846 sayılı FSEK ile korunur.

    Son On....

  • Nöron koğuşu.... 31 Ağustos 2006 |

    Göz bebeklerim gözlerimin kahveliğini saklar oldu yine....
    Olması gereken en son şey bu, bu günlerde....
    Engel olamıyorum kendime....
    Sürekli göz bebeklerimi büyütme isteği....
    Gerçekleri görememenin korkusu benliğimde....
    Bak yine oldu işte....
    Sanki kimyasal bir maddeyle uyarılmış gibiyim....
    Etkisi bütün vücudumda....
    Beynimi durduramıyorum....
    Sanki bu güne kadar hiç çalışmamış....
    Bu gün çalışası tutmuş....
    Her şeyi bir çırpıda halletmek için fazla mesai yapıyor....
    O konudan bu konuya....
    Bazen ne yaptığımı bile unutuyorum....
    Kendimi oturmuş düşünüyor buluyorum....
    Sürekli hayatıma dair komplo teorileri....
    Geleceğe dönük plan çalışmaları....
    Tamam diyorum....
    Tamam işte olması gereken bu....
    Rahatlıyorum....
    ....
    ...
    ..
    .
    Saati bile bulmuyor bu rahatlama....
    Düşüyor yine aklıma....
    Uzakta olmanın verdiği çaresizlikle....
    Gecenin bilmem kaç buçuğunda beynim iş başı yapıyor....

    Şeffaf Sokut.... 28 Ağustos 2006 |

    Anlatmak gerekli her şeyi her zaman....
    İçine atmakta değil kusmakta bul çareyi....
    Bilsinler mideni bulandıranları....
    Bulantıya gerek olmaya bilir, dinle ayırdına var....
    Gerçeği öğren....
    Neydi, ne olmalıydı...?
    Bildiğin doğruları savun, ancak açık ol doğrularının yanlışlığına....
    Farkına var bazı şeylerin....
    Çık krek komasından....
    Çık ki açılsın gözün....
    Olması gerekenleri sorgula,
    Sırala,
    Uygula,
    Yaşa....
    Kalma hayatın bir kenarında....
    Bildiklerinle zor yaşıyorsun, üzerine koymaya devam edersen yaşayamayacaksın....
    Boşaltma zamanın geldi....
    Akıtmalısın içindeki zehri....
    Zehir mi yoksa sen mi öyle hissediyorum farkmazlıktan çıkmalısın....
    Anlamalısın gerçekleri....
    Kafandaki nedenleri çünkülerle başlayarak öldürmelisin....
    Neden kalmamalı içimde....
    Bütün nedenler çözülmeli....
    Kafanda en son içinden çıkamadığın ve neden dediğin olayı bulamasaydın bu kusman gerektiğine ne zaman ayıkacaktın...?
    Bilmiyorsun....
    Bardak taşmıştı, artık bir şeylerin değişmesini istiyordun....
    Güvenilir, inanılır birisi olmak istiyordun....
    Yaptığın hiçbir şey yokken yanlış anlaşılmak tak etti kafana....
    Bunları hak ettin mi bilmiyorsun....
    Yada neyi hak etmediğini bilmiyorsun....
    Çıkamaz oldun içinden hiçbir pozisyonun....
    Sürekli yeni insanlar farklı hayatlar taşıyamaz oldun artık....
    Ne hayatlar var ne hayat yaşıyorsun....
    Halinden mükemmel derecede memnunsun ama yaşananlar....
    Yaşananlar neden sana aykırı geliyor...?
    Dengeyi iyi kuramazsan ne olacak...?
    Bazı gereksizlikleri gerekli görüp dengeni bozmamak için neden bu kadar kasılıyorsun...?
    Olması gerekenler yaptıkların mı yoksa tersi mi...?
    Neden karşındakine kötü davrandığın düşünülüyor...?
    Neden seni anlamak istemiyorlar...?
    İçindeki korkuyu neden anlamıyorlar...?
    Onlar içinde çok zor mu acaba...?
    Kime nasıl yaklaşacağını kestiremez oldun....
    İstemediğin bir hayatı yaşadığını düşünüyorsun....
    Seni anlayan birisiyle kafa kafaya verip yaşamak varken....
    Seni istemediğin kişilere yönelten ne...?
    Bunun bir ortak yolu yok mu...?
    Yardıma mı ihtiyacın var...?
    Yoksa hasta mısın...?
    Sanmıyorum hasta olduğunu sadece senin açından düşünemiyorlar....
    Bunun farkındasın....
    Anlatsan gördüklerini, yaşadıklarını....
    Anlayacaklar seni, bakacaklar senin açından....
    Bak yine kusmaya geldin içindekileri....
    Kusma zamanın gelmiş kesinlikle....
    Anlatmalısın bildiklerini....
    En azından bir kişi senim tarafından bakabilmeli yaşadıklarına....
    Anlamalı seni....
    Yargılamamalı....
    Anlayış....
    Evet anlayış....
    Problem olduğunu hissedip dinlemeyi bilmeli....
    Sonra yol göstermeli....
    Yardım etmeli....
    Bak bir çevrene sana kim yaklaşacak bu şekilde....
    ...?
    ..?
    .?
    ?
    Yok değil mi...?
    Sana yardım edebilecek, bazen senin bile anlamakta zorlandıklarını anlayacak birisi....
    Var aslında....
    Uzakta da olsa var....
    Sorgulamayan, kurcalamayan....
    Dinlemeyi ve kabullenmeyi bilen....
    Sana feda edecekleri olan....
    Sana hayatı tekrar sevdirecek olan....
    Sana acımayı öğretecek olan....
    Sana vicdan nedir gösterecek olan....
    Sana sevgi nedir hissettirecek olan....
    İstiyorsan....
    Var....

    Kobay.... 19 Ağustos 2006 |

    Ansiklopedilerde rastlanır....
    Ve hemen es geçilir....

    Oysa bu kelimedir, kırık-dökük, bölük-pörçük bir ömrü muazzam bir şüpheye dönüştüren....

    *

    Küçük yapılı, tombul gövdeli, kuyruksuz uzunlukları 25-30 santimetre kadar, bacakları kısa....

    Güney Amerika’ya özgü 13 memeli türün ortak adı....
    Kobay....
    Ömrü bilimsel amaçlara amade bir deney hayvanı....
    Kendi kazdıkları tünellerde topluluk halinde yaşayan....
    Ya biz...!

    *

    Bir deney tüpünün içerisinde olmadığımızı, gözlemlenmediğimizi, türlü ilaçlara maruz bırakılmadığımızı, arada sırada deneyi hızlandırmak için aramıza birkaç deli yada dahi gönderilmediğini, içimizden bazılarının bu deneyi fark eder etmez ölüm denen yolla aramızdan alınıp bir başka fanusa konmadığını....
    Kim....
    Nasıl....
    Nereden....
    ?

    *

    Mesela orta okulun ilk sıralarında başlar çoğunluk....
    Yer laboratuar....
    Öğrencilerin elinde konserveden bozma birer kavanoz, birer avuç saman, ot parçacıkları....
    Yarısı su dolu kavanozlara atılan ‘’ders materyali saman‘’ ile başlayan deney heyecanı her bir öğrencide....
    Ağzı sımsıkı kapalı kavanozlar terk edilir laboratuarda....
    Başka derslere geçilir....
    Akıllar kavanozlara yaver....
    İlk hafta sonu birer damla su kavanozlardan ve lam ile lamelin arasında kıpırdaşan şeyler, mikroskobun tek gözünden görülebilen....

    *

    Yer aynı laboratuar....
    Beyaz önlüklü bir adam, masa üzerinde kıvrım kıvrım bir solucan....
    Kırt diye, cıyk diye kesiliverir ortadan ikiye....
    Bir ses: kendini tamamlayacaktır merak etmeyin!

    *

    Yer bir cadde....
    Bir grup çırılçıplak insan....
    Bir iki pankart....
    Yüksek sesler: kürke hayır, kendinizi kobay yapın....

    *

    Sahi, kendi hayatlarımız mı...?

    ‘’İçerisinde yer çekimi kanununun hakim olmadığı bir balonun içindeyiz....

    O ve ben....
    Bu havasız boşluk içerisinde bizler rahatça nefes alabilmekte ve ağır devinimlerle de olsa hareket edebilmekteyiz....
    Bazı anlar kafalarımız bedenlerimizin altında böylece kala kalıp boyunlarımız tutulduğundan, birbirimize doğru kuvvetlice üfleyerek hareket etmeye çabalıyor, çoğu zaman yanılıyoruz....
    Balonun iç hacminin her santimetre küpünde yer kaplayıp, şekilden şekle giriyoruz....
    En çok aşağıya düşüşler canımızı sıkıyor, diyorum, çünkü ortağımın yüzü de sanırsam galiba her halde yanılmıyorsam tıpkı benimkisi gibi geriliyor, kasılıyor derileri neredeyse kopacak gibi görünüyor....
    Arada sırada balonun keşfedemediğimiz bir bölgesinden gelen kuvvetli bir esinti tek mutluluk kaynağımız oluyor....
    Çokluk bir birimize yaklaşmamızı sağlıyor, hemen hızla el ele tutuşup, bedenlerimizi sırayla, ellerimizle oluşturduğumuz halkanın içerisinden geçirmece-bakıvermece oyunu oynuyoruz....
    Bazen de kendimizi esintiye bırakıp çarpışmayı bekliyoruz....
    Yaşamın bu olduğunu sanıyoruz....
    Öyle söylüyorlar....
    Bu ve benzeri bir çok balon olduğunu, içlerinde benzerlerimizin olduğunu....‘’

    *

    Bir an kendi hayatımızı bir kobay gibi yatırsak mesela bir masa üzerine, yakın plan, yada lam ile lamel arasına bir damla damlatsak biz’den....
    Yarsak, incelesek, bölsek sahi tekrar tamamlayabilir miyiz...!
    ?
    *

    Bize hayat diye dayatılan her şey bir kobaya biçilen kaderde sayılmaz mı biraz....
    Biz kendimizi kobay olarak görmesek bile (toplumsal bir varlık olduğumuz için mi ne) bir anlamda başkalarının etkisinde değimliyiz acaba....
    Kim kobay....
    Seçen mi....
    Seçilen mi....
    Yoksa kendini tüm bunların dışında tutmaya çalışanlar mı.
    ?

    *

    Aynı kobay ilişkisi aşkta ve sevgide de yok mudur....
    Bazen seven, bazen de sevilen kobay durumuna düşmüyor mu....
    Kimi zaman bilinçli kimi zaman bilinçsiz olsa da....
    ?
    *

    İnsanın düşünen varlık olması da kobay durumuna düşmesini engellemiyor galiba....
    Hiroşima ve auschwitz kampında yüz binlerce sivil bir çeşit savaş ve iktidar deneyine kurban edilmedi mi sanki....
    ?
    *

    Galiba kobaydan tek farkımız, yaşadığımız olaylardan bir nebze de olsa tecrübe edinebilmemiz....
    Anılarımızın olması....
    Tosladığımız duvara bir daha toslamamayı öğrenebilmemiz ve eğer bir labirentte isek peynirin nerede olduğunu, olması gerektiğini tecrübelerimizle bulabilmemiz olsa gerek sanırsam, galiba, her halde, yanılmıyorsam....

    *

    Okullarda, evlerde, iş yerlerinde, insan olan her yerde karşılıklı denenmiyor muyuz...?

    Ama öyle ama böyle....

    *

    İntihar vak’aları deney safhalarına, sonuçlarına, katlanamayanlar olabilir mi acaba...?


    *

    Resmi kayıtlarda kayıtlıyız hepimiz....
    Birer damala mürekkep ile kodlanmış birkaç işaret....
    Sadece birer isim....
    Düşük bile olsa istatistiklerdeki yerimizi alıyoruz....
    Galiba deney bitmek üzere....
    Son olarak kendi işlerini de bize yaptırıyorlar....
    Yani şu kayıt işlerini....
    Hindistan’dan getirilen şu çıkmaz boya hepimizde iki nokta iki göz gibi....

    ***

    (Kolera)Sevenin var senin suç üstü şehzadem nesin sen cevap ver mahrem ücra yerlere düştük ayıp merhem bendim en asil tek kişilik harem düşlere melodi en güzel düet suretin silindi kaldı siluet uykum yok yatağım soğuk küvet.... ....

    Aşk Teorileri, Aşk Türleri V.S.... 15 Ağustos 2006 |

    Aşkı uzaylılar getirdi teorisi;
    Bu teorinin sahiplerini, ''Atatürk'te uzaylıydı, İnönü bir meteor parçasıydı, Ufolar cüzdanımı çaldı'' gibi ilginç teorilerden tanırsınız. Kola içirilen bir bebeğin geğirmesinden bile uzaylıları sorumlu tutan bu götlekler, aşkında bir uzaylı marifeti olduğunu iddia ederler. Teoriye göre, olay günümüzden 3000 yıl kadar önce, uzaylıların dünya atmosferine ellerini, antenlerini sallaya sallaya girip çıktıkları bir dönemde olmuştu. Bir grup uzaylı serseri sırf eğlence olsun diye, yalnız yakaladıkları İnkalı bir gencin kafasına yukarıdan buz parçaları yapıştırıp tüyerler. İnkilap (zavallı iknalı genç) daha sonra, kendisini baygın halde bulup, evine götüren inbe'ye (iknalı efemine) evlenme teklif eder. Çünkü çarpmanın şiddeti ve buzun soğukluğu nedeniyle akli dengesini yitirmiştir. Erimiş olması nedeniyle İnbe bu ani ilginin salak bir buz parçasından kaynaklandığını anlayamaz ve evlenirler. Uzaylı serseriler canları sıkıldıkça aynı boku başka İnkalılar'a da yaparlar ve sonunda aşk bir İnka geleneği olup çıkar. Zaten adını da İnka dilinde ''Ağh!'' demek olan ''Aşk'' kelimesinden almıştır.

    Aşkı da Çinliler icad etti teorisi;
    Bir başka teorisyen grubu vardır ki onlar götleklerden bin beterdir. Neyi sorarsanız sorun, mutlaka ''Çinliler icad etti'' derler. Pusulayı Çinliler icad etti, barutu Çinliler icad etti, kulak temizleme çubuğunu Çinliler icad etti, rus ruletini (-ki artık adı üzerinde yani) Çinliler icad etti ve daha neler neler. Saati bile sorsanız ''Çin'i beş geçiyor'' gibi bir cevap alabilirsiniz yani. Hah hah hah! Tabi bu işin şakası. Efendim teoriye göre, aşkı Çinliler icad etmiş ve Avrupalı misyonerler onlardan öğrenip bu müthiş icadı sahiplenmişler. Yani vakti zamanında Çinliler avrupadan gelen Avrupalı rahiplere vermese, biz bu gün Alman Pornosu, Fransız Usulü Öpüşme ve İtalyan Salatası nedir bilmeyecektik. Bu arada misyonerlerin Hıristiyanlığı Çinde niye yayamadıkları da anlaşılıyor. Çelimsizler diye sen herifleri yakalayıp yakalayıp çüküne takarsan, tabi ki inadına Budist kalırlar. Yok aga hakikatten dinde zorlama olmuyor.

    Aşk diye bir şey yok ki teorisi;
    Sevgilisi tarafından feci şekilde terk edilen ve mantık budalası haline gelen Hollandalı bir bilim adamının ileri sürdüğü bu teori, sevgilisi tarafından terk edilen diğer zavallılar arasında büyük rağbet görmüş ve kısa sürede en çok kabul gören aşk teorisi haline gelmiştir. Hollandalı yavşak daha sonraları yeni birini bulup, Yok be, Aşk harbiden var be abi teorisi'ni ileri sürmüşse de, arabasına binerken uğradığı bir taşlı saldırıyla yüz güzelliğini ve akademik kariyerini tamamen kaybetmiştir. Tabi bu arada hemen belirtelim insanlar sadece diğer insanlara aşık olmazlar. Bu dünya yüzünde 200'e yakın aşk türünün yaşadığı tahmin edilmektedir. Bunlardan en eski ve en yaygın olanları üzerinde kısaca duralım.

    Narsizm; Çevresinde kendisine layık kimseyi bulamayan zeki, çevik ve ahlaklı kişilikler (-e artık böylesine kişi denemez di mi ama) arasında görülen köklü ve yaygın bir aşk türüdür. Bir bahar akşamı dişinizi fırçalamak için banyoya girer ve aynada onu görürsünüz. O gözler, o kaşlar, diş fırçasının o erotik hareketleri. İçinizi hoş bir ürperti kaplamıştır. İlk başta bunu diş macunu yutmanıza bağlarsınız ancak aynı ürpertiyi, o'nu yatak odasının aynasında gördüğünüzde hissedersiniz. Üzerinde o iğrenç sliple size bakmakta ve gülümsemektedir. Her neyse olan olur. Kendinizi o'nun kollarına bırakırsınız o da kendini sizin kollarınıza bırakmıştır fakat hemen uyarayım, arkasına geçmeye veya boynundan falan öpmeye kalkarsanız çıldırabilirsiniz.

    Tanrı aşkı; Dindar narsistler (Dandini) arasında görülen bir çeşit hastalıktır. İlişkinin ilerleyen aşamalarında kendini biraz fazla sıradan gören Narsist, daha ulu, daha güzel, daha rahman ve rahim birini aramaya başlar. Ve bir miktar yüksekte böyle birinin var olduğu yolunda duyumlar alıp, aynen peşine düşer. Evet, o artık bir Dandinidir. Bu uzun ve iç bayıcı bir arayış sonunda Dandini aradığını bulur mu bulmaz mı orasını bilemem ama eğer bulursa Narsist'ler için yaptığım uyarı onun için çok daha büyük önem taşımaktadır. Şol cennetin ırmakları falan derken yamulup kalırsınız haberiniz olsun.

    Vatan aşkı; Kanada'da Avustralya'da Havai'de Kanarya adaları'nda vatanına aşık bir yığın insan olması pekte garip değil tabi. O vatanlara bende aşık olurum yani ne var. Burada anormal olan Umman ve Cibuti gibi yerlerdekilerin durumu. Hatta bazı Etiyopyalı 'ların (Etobur) vatan aşkı yüzünden yemeden içmeden falan kesildiğini duydum, çok şaşırdım. Ulan aşık olacak başka vatan bulamadın mı enayi?!. Neyse. Gönül bu tabi, ota da konar, Ortadoğu'ya da konar.

    Meslek aşkı; Daha çok Cumhurbaşkanlarında, fabrikatörlerde ve Dolar milyonerlerinde rastlanan bir aşk türüdür. Aynı durumda ki postacı ve muhasebecilere ise dangalak denir. Bir gün tanışırsak, size Doğa Aşkı, Sinema Aşkı ve Elbise Aşkısı gibi diğer aşk türlerinden de bahsederim. Ama şimdi, bir başkasına aşık olmaya hevesli veya aşık olup olmadığını anlamaya çalışan genç arkadaşlarımız için bir takım pratik bilgiler vermek istiyorum.

    Aşık olmak için gerekli malzemeler;
    Burnunuzdan fışkıracak kılların görünmemesini sağlayacak loşlukta bir ortam, sözleri dikkatinizi dağıtmayacak hoş bir müzik (Örneğin, Onuncu Yıl Marşında bunu asla başaramazsınız), belki biraz alkol (Hayır efendim kolonya olmaz), ve bir kişi daha ( Karşı cinsten olması tercih edilir ama yinede siz bilirsiniz, kıç sizin).

    Zamanlama;
    Yukarıdaki malzemeyi bir kaba koyup bahar olmasını beklemenizde büyük yarar var. Tabi kızı o kadar uzun süre oyalamanın da bir yolunu bulmanız gerekecek. Artık fıkra mı anlatırsınız, dilini biliyormuş gibi mi yaparsınız, yoksa ''Çişimi etçem, gelecem'' deyip bir süre ortadan mı kaybolursunuz orasını bilemem.

    Aşkın belirtileri;
    Heyecanlanma en önemli aşk belirtisidir. Mum ışığında bakışırken ani bir sara krizi geçirmesi bile sizi garip bir şekilde heyecanlandırır. Pencere pervazında öpüşürken de içinizi aynı garip heyecan kaplar. Sonra ikinizden birisi dengesini kaybeder ve mecburen el ele tutuşursunuz. İşte o da aynı heyecandır; aşk heyecanı. Her zaman ve her yerde O'na bakma isteği ve tabi ki ona bakıcam derken gaipten gelen çığlıklar ve çatırtılar da önemli aşık olma belirtileridir. Demek ki ne yapmak gerekiyormuş? Araba kullanırken O'na bakmamak gerekiyormuş değil mi arkadaşlar.

    Aşk aksesuarları;
    Aşkı simgeleyen organımız kalptir. Bildiğiniz gibi böbreklerimiz cesareti, koltuk altlarımız bağımsızlığı ve ensemiz de anne sevgisini simgeliyordu. Her neyse, aşık olunca kalp şeklindeki aksesuarlara ilgi duymamız gerekiyor işte. Kalp şeklinde takılar, hediye paketleri, tost ekmekleri, tabutlar. Kısacası aşık olup alış verişe çıkmak kadar büyük andavallık olamaz yani.

    Mola.... 07 Ağustos 2006 |

    Hep düşünmüşümdür....
    Bir insan nasıl söyler bu sözü....
    ''İçimde ölen birisi var''....
    Ne hissetti acaba diyerek kaç gece geçirdim bilinmez....
    Şimdilerde anlıyorum hissettiklerini....
    Yaşamadan bilinemezmiş....
    Yaşadım ve bildim artık....
    Artık, içimde ölen birisi vardı....
    O öldükçe bende ölüyorum farkındayım....
    Ölmesin, yeşersin umutlarım diye çok uğraştım....
    Sonra onun ölmeye niyetli olduğunu görünce....
    Bende saldım kendimi....
    İstediği buysa....
    İstediği ölmekse....
    Ölmeliydi....
    Hiç istemesemde....
    ....
    Kaç gün dayanabilirim bilmiyorum....
    Buraya saçmalamadan, manasız yorumlar yapmadan kaç gece geçirebilirim...?
    1....
    2...
    3....
    Belki daha fazla....
    Belkide 1'de kalır....
    Deneyeceğim....
    Selametle kalın....